RÖPORTAJLAR

Metin GÖKÇE

 

4 Ocak 2011-Bizim Gazete
METİN GÖKÇE İLE SÖYLEŞİ
1950 Kuşağından bir çizer, sendikacı, matbaacı…

“Çizgi de olsun, hikaye de olsun, fakat karikatürün beyni ve kalbi de olsun…”

İlhan Selçuk anlatıyor:

41Buçuk adlı bir mizah dergisi hazırlıyorduk. Yıl 1952. Mizah sanatı çok partili rejime geçişte kabak çiçeği gibi açmıştı. Cemal Nadir sonrasının karikatürcü kuşakları, ilk kez bir dergide toplanıyordu. Çağdaş mizahın çizgiye yansıyan aşamasını sergilemek istiyorduk. Karikatürcülere haber salınmıştı. Herkes yeteneğince katılacaktı uğraşa… Hem de peşin parayla alınacaktı karikatürler.  5 liradan10 liraya, çok beğenilirse 25’e kadar gıcır gıcır banknot verilecekti. Çoğu amatör sayılabilecek sanatçılar, ellerinde marifetleriyle birer birer sökün ediyorlardı.Bir gün Yalçın Çetin’le Metin Gökçe, birlikte geldiler. Metin uzun esmerce; Yalçın kısa sarışınca. İkisi de gözlüklü. İkisi de sanki okul kaçkını haşarı. Oda kalabalıktı. İlk gençliğin gamsız kıvancında, geleceğe dönük coşkunluğun itici gücüyle nedenli ve nedensiz gülüşüyordu herkes. (Cumhuriyet, 27 Nisan1977, Pencere).

 

41Buçuk dergisine çağrıldığında, Metin Gökçe’nin Babıali serüveni çoktan, daha doğrusu çocukluktan başlamıştı. Onlar (Yalçın ve Metin), Kasımpaşalı iki kafadar olarak gazetelere, dergilere karikatür vermeye çocuk yaşlarında başlamışlardı.  Çok güzel, çok heyecan verici bir yaşam süreciydi… Neyse birinci ağızdan, Metin Gökçe ağabeyden dinleyelim bu zevkli zamanların öyküsünü

– Çok klasik olacak, ama cevabın ilginç olduğunu bildiğimden sormak istiyorum, karikatür macerası nasıl başladı?

– Çok küçüktük daha, Ferruh Doğan ile Nevi Zade Sokakta komşuydu. Karşımızdaki evde oturuyordu.  Ferruh benden büyüktü. Degustasyon’da bir arkadaş grubu vardı, Ferruh’un babasının. Bunun içinde Bal Mahmut (Baler), Vasfi Rıza (Zobu), filan vardı. Ve bir de Kozma Togo, Karikatürcü, portreci… Babası Ferruh’u onun yanına çırak verdi. Ferruh ile belli zamanlarda beraber gidiyorduk Togo’ya. Ben kapıda bekliyordum, o  yukarda ders alıyordu.  Yıl 1945- 47 arası galiba.  Ferruh, Togo’dan sonra Cemal Nadir’in Aydede Caddesi’ndeki evine  gitmeye başladı. Ben de gidiyordum tabii, beraber gidiyorduk. Ve Ben bekliyordum onu. O yine ders alıp geliyordu.

– Siz aklınızda karikatür yok muydu o zamanlar?

– Var,  kafamda var, ben de  bir taraftan bir şeyler yapıyorum, Ferruh’a göstermeden, gizli gizli … Ferruh’a özenmiş gibi olmak istemiyorum  yani. 

-Deniyorsunuz yani…

– Fakat  sonra, o sen de çiz filan demeye başladı…  Ben, güzel de çizemiyordum, eğitimden de geçmemiştim daha . Kötü kötü çizmeye başlamıştım. Tabii bir arada Doğan Kardeş’te çizimlerimiz çıktı. Metin Kardeş karikatürcü olmak istiyor filan diye. Fakat o hızla ben o karikatürleri götürüyordum,  Cağaloğlu’nda gazeteleri dolaştırıyordum.  Düşün 12 – 13 yaşındaydım. 

– 1950 öncesi yani…

–  Mesela o zaman, Tasvir gazetesinde karikatür köşesi vardı, iktibas ederlerdi, yabancı karikatürleri koyarlardı. Ben de gider derdim ki, bu yabancıları koyacağınıza, bizimkileri koyun! Ve ara sıra koymaya başladılar benim kötü çizgilerimi.  Yalçın Çetin’le biz aynı orta okula gidiyorduk. Tesadüf aynı  okulda, Niyazi Yoltaş, Yılmaz Karaca, Yalçın Çetin ve ben okuyorduk, orta okuldayken…

 

 

1950’li yıllar, İTÜ’de bir televizyon vardı, o da haftada iki saat, yayın yapardı. O yayınların birinde, Steinberg’in kitabından kesilmiş bir karikatür göstererek, karikatürün böyle olması gerektiğini izah ediyorum. Biz  hazıra konduk.

 

-Ne güzel tesadüf.

–  Yıl 1948, aynı okuldaydık,  Tan gazetesi olayları olduğu zaman okuldaydık, sonra beraber hep beraber hurufat toplamaya gittik,La Turquie Matbaasına. Gazetecilik var ya işin içinde…  Hevesle, nasıl dizeriz falan diye…  Okulda, Niyazi bir duvar gazetesi çıkartıyordu, Yılmaz (Karaca) ile beraber.  Yalçın (Çetin) ile ben de onun karşısında bir duvar gazetesi çıkartıyoruz.  Sonra ben gazeteye gidiyorum deyince, Yalçın da gelmeye başladı.  Bir tane adam bulduk, şoför cemiyeti miymiş, neymiş, vilayetin karşısında bir yer tutmuş, oraya bizi oturttu.  Tabloid boyda,  Marko Paşa gibi, şoför gazetesi yapmaya başladık.

– Mizah gazetesi değil yani..

–  Hayır şoförlerin meslek yayını. Karikatür de yapıyoruz .  Adam da bastırıyor, şoförlere dağıtıyordu, sonra ne oldu bilmiyorum. 1950’lerde biraz daha açıldık tabii,  Ferruh Çocuk Haftası’na çizmeye başladı. Rakım Çalapala, her hafta karikatürünü koyuyordu. Bülent Çetinor (o şimdi , suluboya yapıyor),  o günlerde Ferruh Doğan ile gıyaben kapışıyorlardı. Ferruh erken gidelim, Bülent gelmeden karikatürleri verelim diyordu. Parası bir şey değildi, çıkması önemliydi.

– Karikatürü önce kim götürürse o yeri kapıyor….

–  Bir hafta o çiziyor, bir hafta Ferruh çiziyordu… Biraz öyle gitti, biz de Yalçın ile beraber, Bilmece diye bir mecmua çıkmaya  başlamıştı,  oraya gittik. Arka sayfaya  5- 6 tane karikatür vermeye başladık. Bilmece, haftalık çocuk dergisiydi, kapağını da  Vasıf Erat çiziyordu.  Amberle Çekiç diye bir seri yapıyordu. O sırada Ulus gazetesi bir yarışma açtı, Ferruh birinci geldi. O yarışmada ben de dördüncü oldum.  Babıali’de gazeteler kurumsallaşmamıştı henüz,  yeni  Akın gazetesi de bir karikatür yarışması açtı.… Orada da ben birinci geldim. Fakat bu karikatür şimdiki tabirle yandaş bir karikatürdü…

– Yani, DP’ye yakın…

– Beni Akın’a çağırdılar. Akın da solcu grup, bir tek sağcı vardı. Cavit Yamaç, Tekin Erer, Recep Bilginer, üçü gazetenin sahibiydi.  Orada günlük yapmaya başladım ben.   Nuruosmaniye’de bir Şaka Matbaası vardı, onun üstündeki bir salonda çalışıyorduk.  Bazen otururken, karikatürcü arkadaşlarım karikatür getiriyorlardı onlara takılıyordum “benim ekmeğimi alacaksın elimden falan” diye. O zaman, para kazanacak imkanlar, geçinecek paramız yoktu bizim. Ben de fakir bir ailenin çocuğuydum. Ve para kazanmamız lazımdı. Dolayısıyla ben Son Posta’ya resimli roman kopyaları falan yapıyordum. Her gün 5 Lira alıyorduk oradan.  Çetin Emeç’in babasıydı sahibi. 1953’e kadar, bu tür işlerle uğraştım. Sonra askere gittim. 1955’de, 6-7 Eylül olaylarının hemen ertesinde döndüm. Tabii hemen iş aramaya başladım. 

 

 

 

– Askerdeyken çizdiniz mi?

– Askerdeyken “Er” imzasıyla Akbaba’ya çizdim..

-41BUÇUK’ta da çizdiniz herhalde,

– 41BUÇUK’ta birinci seneden itibaren  her sayısında çizdim. Onlarla ilişkimiz iyiydi. Turhan ile ,  İlhan ile, İlhanla çok iyiydik. Askerden dönünce,  hayatımızı kurmamız lazım. İş aradım. Sinan Bıçakcıoğlu  Hayat mecmuasında  çalışıyordu o zaman. Şevket Rado’ya gittim ben de. 

Rakım Çalapala’da oradaydı.  Onu anlatmadan geçmeyeyim,  bunlardan evvel,  bir Hafta ekolü vardı.

– Hafta Dergisini biliyorum, evet…

– Hafta dergisi, çok hoştu. Rakım Çalapala karikatüristleri hiç kırmadan, hiç incitmeden, onlara imkan açıyordu. Ve kendine göre bir adaleti vardı.  O adalete göre hepimizden birer ikişer karikatür alıp, küçük de olsa yayınlıyordu.  Hafta dergisi,  benim karikatür hayatımda çok önemliydi. Her cumartesi orası karikatürist doluyordu. Mesela, Altan, Nehar, Suat, Sinan, ben, Yalçın, sonradan Tonguç hepimiz orada buluşuyorduk.  Türkiye Yayınevi idi orası. Kendi ressamları da vardı, mesela Ayhan Işık oranın ressamıydı, resimli roman yapıyordu. Nezih İzmiroğulları  vardı ressam..  Biz orda bekliyorduk, Rakım Bey bizi sırayla çağırıyordu, sigarasını dudağının kenarına kıstırmış, bakıyordu, birkaç  karikatür alıyordu.  Aşağıda Türkiye Yayınevi’nin satış yerinden de, paramızı alıyorduk. 5 Lira veriyorlardı karikatür başına. Fakat bu toplanmalar çok hoştu.

– O zevki sonradan GIRGIR’da Oğuz Aral tattırdı gençlere…

– Evet…  O sıralarda Ertem Eğilmez Tef’i çıkarıyordu. Yeni Melek sinemasının içinde Nuh’un Gemisi diye bir bar açtı. Her akşam gidiyorduk, orada toplanıyorduk. 52- 53 senesinde böyle bir birlik de vardı yani.  Sonra ben Hayat mecmuasına girdikten sonra Akbaba’ya,  Dolmuş’a, o arada Tan Gazetesi’ne günlük çizmeye başladım. Tan’ın sahibi Halil Lütfi Dördüncü idi, karikatürlerimi  doğrudan ona götürürdüm, bir iki sene kadar günlük çizdim orada…

-Halil Lütfi Dördüncü cimriliği ile meşhurmuş…

-Evet, karikatür başına 5 Lira öderdi. Konu gereği bazen tek adam çizerdim,  “Bir iki adam daha çizsene, para boşa gitti” diye şikâyet ederdi. Bir gün bir cenaze alayı çizdim, karikatürde elli kişi vardı, patron bunu çok beğenmişti.

Onun pek çok cimrilik hikayesi vardır. Gazetede gece çalışanlar bazen içki içerlerdi. Halil Lütfi’ye birileri şikâyet etmiş. O da “bırakın içsinler, ama şişeleri atmasınlar” demiş. Toplayıp satmak için…

Bir keresinde de gazetede çalışırken öğlen balık yemiş, zehirlenmişti. Zehirlendiği duyunca hemen odasına gittik, taksi tutup hastaneye görmek istedik. Bize, “birazdan Ramazan gelir, onun arabası var, o götürür” diye direndi. Sonra Ramazan Gökalp Arkın gelip götürmüştü hastaneye.

– Tan’da hep çizdiniz galiba..

– Yok, gazetede bir  yangın oldu, biraz ara verildi. Bundan sonra  Halil Lütfi, Ramazan Gökalp Arkın ve genel yayın yönetmeni olarak da Oktay Verel beraber  çıkarttılar. Oktay Verel beni çağırttı, yeniden Tan’da çizmeye başladım. O zaman Çetin Altan da Tan’da yazıyordu.  Şeytan’ın Gör Dediği köşesi vardı. Oraya vinyet yapıyordu.

– O köşe sonra Akşam’a geçti galiba..

–  Evet, sonradan Akşam’a gitti. O sıralar Tan’da idim. Tan’ın klişehanesinde patlama olduğu gün  karikatür  götürmüştüm.  Tan matbaası ve  gazete kapandı o zaman…  Ve tabii ondan sonra, Akbaba ve Dolmuş’ta  idare ettik. Hayat’ta da renk ayrımı, baskı ön hazırlıklarını yapıyordum. İyi bir pozisyondaydım. 1960 ihtilâlinden sonra sendikal örgütlenmenin önü açıldı.  Basın-İş Sendikasına girdik. Ben Hayat’ta, Tifdruk Matbaası’nda işçi temsilcisi seçildim.  Bir de Bahattin Kocamanoğlu diye bir hukuk müşavirimiz  ve sözcümüz vardı, toplu sözleşmelere girerdik. O biraz sertti. Onu  yazıhanesinde katlettiler. Bu süreçte Hayat mecmuasında da uzlaşmazlığa düştük.  Greve gidelim, dedik. Muzaffer Bey vardı, genel müdür, çalışanları sendikadan zorla istifa ettiriyorlardı. Bana derdi ki 4 kişi kaldınız, 3 kişi kaldınız… Ben de derdim ki, Muzaffer Bey, ben söz vermişim bir kere dönemem… En sonunda dizgici Ekrem Bey ile ben,  iki kişi kaldık sendikalı.  267 kişiyi istifa ettirdiler. Bir süre sonra da bizi işten çıkarttılar.

 

 

 

 

 

-İşsiz kaldınız, matbaacılık bundan sonra mı başladı?

-Evet, tifdruk konusunda biraz uzmanlaşmıştık,  bir arkadaşımla, küçük bir atölye açtık. Gazetelere renk ayrımı yapmaya başladık.   Pazar’ın orta sayfasına , Hürriyet’e Tercüman’a , özel günlerde tam sayfa renkli işler yapıyorduk. Bu işler gazetelerin tirajını da arttırıyordu. Gazeteler , teknolojiyi bilmedikleri için büyük yapamıyorlardı o zaman. Bizi el üstünde tutuyorlardı. Fakat acayip çalışıyorduk aralıksız 30 saat durmadan çalışıyorduk. Çok zor para kazanıyorduk.  Sonra birileri bir tifdruk matbaası getirmişler,  çalıştıramamışlar. Bizi buldular. “Sizi biz ortak yapalım, gelin bu matbaayı çalıştırın” dediler. Anlaştık, klişehane kurduk, ne lazımsa aldırdık. Ortaktım ben oraya. Fakat orada, ilişkiler bir süre sonra değişmeye başladı, bunun  içinde olamayacağımı anladım. Hissemi satıp ayrıldım. Sonra, Rotopak’tan bana teklif geldi.  Orada başladım. Roto Gravür Klişecilik A.Ş  kuruldu. Türkiye’de  ambalaj işi boş bir alandı o zaman. Yeni bir ekip kurdum. Grafiker aradık, onları yetiştirdim. Okul gibi. Baskı öncesi olarak, Türkiye’de ne kadar yenilik varsa, hepsini ben getirdim diyebilirim. Piyasanın %55’ini biz yapıyorduk. Tifdruk baskı hem uzun ham de ağır iştir. Rotopak da Türkiye’nin en iyi matbaasıydı, uzun süre çalıştım orada.  Şimdi, herkesin ihtiyacı çoğalmaya başladı, herkes yenilikler getirdi para yatırdı, piyasada büyük bir rekabet var.

Tabii bu hengamede karikatür işi bu tavsadı.

Karikatürden koptuk,  yine de  hep arıyorsun, hatırlıyorsun eski günleri, nasıl şimdiki günleri hatırlıyorsan karikatürü de öyle hatırlıyorum.  Ben karikatürde o zaman iyi bir yerdeydim

-Kesinlikle öyle. Sizin çok ince, zarif ve sade çizgileriniz var.

– Karikatür,  çizgiyle mizah dedik, çıktık işin içinden. Fakat şimdi böyle bir şey yok. Mesela ödül kazanan karikatürlere bakıyorum, espriler daha zekice, espri ve mizah daha güçlü oluyor, fakat onun dışında fark yok. Çizgiyle mizah, dedin mi, benim iddiam, çizgide bir can suyu olsun istiyorum. Yani çizgi de olsun, hikaye de olsun, fakat karikatürün beyni veya kalbi de olsun, can suyu diye, böyle bir tezi geliştirmek istiyordum.  Ben karikatüre devam etseydim, bu tür mizah yapacaktım. 60 sene evvel çizdiğimiz dergileri açın üç aşağı beş yukarı aynı şeyler çiziliyor.

– Siz  tam istediğim mizahı yapmadım diyorsunuz ama, o süreçteki çizgilerinizle, siz  anlattığınız mizahı yakalamışsınız. Vaktiyle sizin çizdikleriniz de,  sizin bilinmesi gereken bir sanatçı olduğunuzu hissettiriyor insana her zaman.. “Karikatürün okuru olmaz, karikatüre bakılır” diye bir cümle okudum röportajlarda.

–  Doğru tabii, karikatür öyle bir şey ki, hayatın bir anı, hayattan kopmuş bir enstantane, yani bütün günlük yaşamdan, her şeyin içinden kopmuş bir an. Fakat o anın içinde mizah olmalı, onu iyi seçmek lazım. Bizim Harpten yokluk vardı. Bizim 50 kuşağı hiçbir yabancı yayından beslenemiyordu. Önümüzde Orhan Ural, Ramiz, Cemal Nadir, Münif Fehim, Salih Erimez gibi ustalar vardı.  Sonra birden bire Batıdan yepyeni şeyler  gelmeye başladı.  Amerika’dan Steinberg geldi,  Avrupa’dan Virgil Pearch (VIP), Chaval, Bosc filan geldi, bir sürü yeni insan çıktı.  Birden bire gördük biz onları ve her gören onu yapmaya başladı. Yani Türk karikatürcüleri bunu arayıp bulmadılar.

– Bir de karikatür “Bakanı” meselesi var…

– Tonguç ile Erdek şenliğine karikatür sergisi götürmüştük. Serginin açılışını bakan Sıtkı Yırcalı, güzel nutukla yapmıştı. Sonra bakanla birlikte fotoğraf çektirdik. Bunu gören vatandaşlardan biri geldi yanımız “Neden benimle resim çektirmiyorsunuz?” diye sordu hışımla. Biz de “O, Basın yayın Bakanı da onun için resim çektirdik” yanıtını verdik.  Adam diretti, “benimle de resim çektireceksiniz, ben de karikatür bakanıyım” diye. 

-Hıfzı Topuz 50 kuşağının yaptığı yeniliği çok överek anlatıyor. Mis Sokak’taki sergiden bahsediyor. O sergiyi anlatır mısın abi biraz…

– O sergi çok büyük bir sansasyon yaptı. İlklerden biriydi. O zaman Maya Sanat galerisi vardı, Adalet Cimcoz’un, başka da yoktu. Bu sergiyi biz Basın Reklam’ın yerinde açtık.  O zaman yayıncılar, gazeteciler, bir sanat olayı olduğu zaman ilgiliydiler. Hepsi işini seven şeyli  insanlardı. Onlar bu sergiye geldi.

 

 

Oğuz Aral’ın anı defterine yazdığı not…

-Oğuz Aral’ın karikatürleri de yer darlığı nedeniyle asılmamış galiba

– Oğuz Aral geç geldi sergiye, hepimiz asmıştık zaten karikatürleri, yerde çok azdı, küçük bir yer. Oğuz baktı baktı, “ben de masanın üstüne koyacağım karikatürlerimi” dedi. Biz de “masanın üstüne koyma karikatürleri, sana sepet bulalım” dedik. Sepet bulduk bir tane, üzerine karikatür sepeti, yazdık.  Oğuz’un karikatürlerini görmek isteyen o sepetten alıp bakıyordu. Sonra baktık ki en fazla ilgiyi o çekiyor.

-Yalçın Çetin Mis Sokakta açılan ortak sergide anı defterinize güzel bir şiir yazmış, sözü ona bırakarak bitirelim söyleşiyi:

Fırçalarımızla çizmiştik
Müşterek rüyamızı.
Yarasının acısıyla haykıran/Bir kitap
Seninki ve benimkiydi.
Dünyamızdan beraberce kovmuştuk
Riyakâr  dünyamızı.
İp ve kuşak meselesi değildi
“Belge”mize sebep olan.
Gölge gibi kaderimiz/Ya öyle
Ya böyleydi
“Kitap gibi bir kadın”
Beklediğimizden daha mı güzel,
“Çektiğimiz” meseleler
Bir tek bardak
Bir tek dudak
Meselesinden daha mı iyiydi.

Yalçın Çetin, 22.08.1952